10 Ağustos 2015 Pazartesi

Alfredo 2
İlk zamanlar... Fazla görüşemeyip saatlerce telefonla ya da skype ile konuşulan zamanlar. Birlikte yürürken yanlışlıkla ellerimiz birbirine çarpınca utanmalar. Yarısında çıktığımız film, omzumda uyuyakaldığı hamlet ve sıkıntıdan bunaldığımız şimdi adını bile hatırlamadığım bir oyun. Cebime koyduğum için kırılan ona aldığım ilk hediye bir kolye. Beni ilk defa öpmesi...

Çocuklarımıza anlatacağımız güzel anılar sanıyordum bunları. "Annenizle nasıl tanıştım?" diye söze başlayarak. Meğer kimsenin okumayacağı bir bloga yazacakmışım hepsini gözlerim dolarak. Anlamsız bazı şeyler gerçekten. Gerçekten de öyle. Yazamıyorum neyi anlatsam bilmiyorum.

Biz ilişkimizin ilk aylarını yaşarken okul bitiyor yaz geliyordu. Çok şükür bütün hayatımı alt üst eden üniversite sınavına da girip çıkmıştım. Artık her şey çok güzeldi. Her gün birlikteydik. Her gün. Her gün. Hayatımın en güzel günleriydi. Bazen evde bir film izliyor bazense dışarda saatlerce yürüyor geziyorduk. Tosun Paşa mesela, bu filmi her gördüğümde içimden bir şeyler gidiyor. Daha dün gibi hatırlıyorum. Sarılıp izlediğimizi ya da daha gerçekçi bir ifade ile birbirimizi öpmekten pek bir şey izleyemediğimizi. Çok güzel geçiyordu günler her şey çok güzeldi ta ki sınav açıklanana ve önümüzdeki seneyi İstanbul'da geçireceğimi öğrenene kadar.

Herkes çok mutlu, akrabalara haber veriliyor üniversiteyi hem de her zaman istediğim tek üniversiteyi ve bölümü kazandığım için. Herkes çok mutlu. "Kutlayalım." diyor annem. Çıkıyoruz dışarı bir şeyler yiyoruz. Mesaj atıyor Türkan.

- Gel.
- Yahu yemek yiyorum nasıl geleyim?
- Gel.
- Canım evde değilim gelemem.
- Gel.
- Türkan yarın görüşelim.
- Gel.

Kalkıp yemekten gidiyorum koşarak. Çalıyorum kapıyı yukarı çıkıyorum. Kapıda beni bekliyor. Ağlıyor. Hıçkıra hıçkıra. Sanki bütün dünyası başına yıkılmış gibi. Halbuki sadece bir kaç ay önce adını bile bilmediği biri gidiyor. Ağlıyor. Duramıyor. Geliyorum yanına sarılıyor. Ağlarken tek bir kelime çıkabiliyor ağzından:

-Gitme.

Cevap vermiyorum. "Sen iste yeter ki tabiki gitmem!" diyemiyorum. Boğazımda düğümleniyor. Onu rahatlatmak için aklıma gelen ilk şeyleri söylüyorum.

- İstanbul dediğin şurdan şurası. Biniyorum uçağa iki saate burdayım. Sen ne zaman istersen.
- Ben sana gel dedim sadece ve 15 dakika sonra burdasın. Gittiğinde "Gel." diyince " böyle gelebilecek misin yine?

2-0. Susuyorum yine konuşamıyorum. Kelimeler çıkmıyor ağzımdan ağlıyoruz.

Günler geçiyor. Gideceğim fikrine ikimiz de alışmaya başlıyoruz artık. "Gidersen biz biteriz." demiyor artık. "Özletme. Her ay en az bir kere mutlaka gel. Her aradığımda mutlaka cevap ver. Bakkala giderken bile haber ver." diyor. Alışıyoruz. Zaten daha iki ay var gitmeme. Güzel günler geri dönüyor. İçimizde hafif bir buruk var ama mutuyuz yine de. Zaten biz ne kadar mutsuz olursak olalım, ne kadar büyük kavga edersek edelim birbirimizi görünce gülümsemekten başka bir şey gelmiyor ki zaten elimizden.

İki ay çabuk geçiyor. Günlerden 13 Eylül. Yarın sabah uçağım kalkıyor. Biz birlikteyiz. Unutmaya çalışıp yarın gideceğimi mutlu olmaya bakıyoruz. Ama malum an geliyor. Evinin önündeyiz. Son dakikalarımız artık. O eve çıkacak. Ben ise veda etmek üzere diğer arkadaşlarımın yanına gideceğim. Son birkaç dakika kaldı. Sarılıyor bana. Ağlıyor yine. Hüngür Hüngür ağlıyor. Dayanmaya çalışıyorum ama doluyor gözlerim. Bırakıyoruz birbirimizi. Dönüyorum arkamı tam gidecekken geri dönüp sarılıyoruz. Birkaç denemenin ardından ayrılabiliyoruz.

14 Eylül... Uçak kalkıyor. Hayatımın en zor senesini geçirmek için yola koyuluyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder